| ||||||||||
| ||||||||||
EN ÇOK OKUNANLAR |
Gelin Mezarı Ve Mücevherlerin Sırrı
Kazancı coğrafyasında bulunan yaylaları ve dağları görmek ve tespitlerimize yazılarımızda yer vererek, çevremizi genç kuşaklara aktarmak için başlattığımız çalışmalarımıza “ gidip görmediğimiz yerler bizim değildir “ diyerek devam ediyorduk. Gezi planımıza göre, kasabamızın batı bölgesindeki Popas yaylasında bulunan ve bizim için tarihi bir yer olan Yüksek Eğrik tepesine doğru yola çıkmıştık. Ekibimizin rehberi, gençlik yıllarını bu yaylalarda geçirmiş olan eski çoban Hasan Ali kardeşimizden başkası değildi. Çömlekçi düzlüğünde, çocukluk yıllarımızda, Kırkkuyu harmanlarından hayvanlarla yük çektiğimiz gidiş-gelişlerimizi konuşarak ilerlerken, her zaman uzaktan görülen “ Kovanlık Ardıcı “ hala gözümüze ilişmemişti. Bu, tarihe tanıklık etmiş ulu ardıcın, insafsız ellerin tuttuğu, acımasız bir motorlu bıçkı tarafından ansızın kesilip yere serildiği ve odun edildiğini duyunca tarif edilemez bir üzüntüye kapıldık. Biraz daha ilerlediğimizde, Karlık kavşağına gelmiştik. Gitmek istediğimiz tepeye ulaşabilmek için, ana yoldan sağa (Kuzeye) sapan dar yola koyulduk. Yorulanların teklifi ile biraz dinlenmek için yaşlı bir ladin ağacının koyu gölgesine toplandık. Bulunduğumuz yerden bira aşağıda, ağaç ve çalılar arasından görülebilen kırmızı topraklı, küçük bir düzlük dikkatimizi çekti. Rehberimiz, bu düzlüğe “ Gelin Mezarı “ dendiğini söyledi. Düzlüğün yer yer kazılmış olmasını da “ buraya bir gelin defnedilmiş, hatta, mücevherleriyle birlikte gönülmüş olduğu dilden dile dolaştığından, gelip geçen define avcıları bu düzlüğü rast gele kazarlar “ diye konuşmasını tamamladı. Ekibimizle birlikte yürüyüşümüze devam ettik. Fakat, benim aklım bu hazin öykünün ayrıntılarının neler olabileceği ? hususlarına takılıp kalmıştı. Gezi sonrası, yaşlı kişilerle konuşarak bu “ Gelin Mezarı” öyküsünü ile geline ait “ Mücevherlerin Sırrını “ biraz olsun aydınlatmaya çalıştım. Hikayemiz, asırlar önce, yaylalara Gülnarlıların hakim olduğu ve göçlerin Doğudan (Gülnar) Batıya doğru ( Akkuyu, Kabalak, Bozdağ ve Kırkkuyu yaylaları istikametinde) yapılmakta olduğu devirlerde yaşanmış hazin bir aşka dayanıyordu. Gülnarlı zengin bir kişi olan Zincirci Mahmut Ağa isimli kişi, sürüleri ve ailesiyle birlikte her yaz bu yaylalara göçerdi. Sürülerini çobanları otlatır, oğlak ve kuzularını kendi çocukları güderdi. Oğlak sürüsünü güden oğlu, otlaklarda ve kuyu başlarında karşılaştığı Nadire yöresinden varlıklı bir çobanın kızı olan Zeynep ile tanışır. Bu kızda kendi sürülerinin oğlaklarını otlatmaktadır. Bu tanışma ve karşılaşmalar birkaç yıl devam eder. Genler arasında duygusal bir yakınlaşma, o zamanın deyimleri ile “ gönül düşmesi, vurulma, yanma” yaşanmaya başlamıştır. Nihayet, evlenme fikri aklına düşen oğlan, ırgat ve çobanlarını zincir demeti ile dövmesiyle tanınan babasına ve annesine bu fikrini duyurur. Mahmut Ağa, bu olayı ilk duyduğundan itibaren şiddetle karşı çıkar ve oğlunun kendi yöresinden veya obasından bir kızla evlenmesi gerektiğini belirtir. Geçen zaman içinde, gençler arasındaki sevda artarak devam eder. Ağanın aile çevresinden teklif edilen gelin adayları, oğlan tarafından geri çevrilir. Bu aşkı en yoğun şekilde yaşayan oğlandır. Zaman içinde umutsuzluğa kapılan gencimiz yemeden ve içmeden kesilerek bir iğne bir iplik gibi olur. Bu gidişin kötüye varacağını sezen oğlanın annesi, kocasına “ bey, oğlumuzun bu sevda nedeniyle ince hastalığa (verem) yakalanmasından korkuyorum “ diyerek baskı yapmaya başlar. Bir zaman sonra, oğlunun bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayan Mahmut Ağa, istemeyerek de olsa, oğlunun köylü kızı Zeynep ile evlenmesini kabullenmek zorunda kalır. Hatırlı kişilerden bir heyet teşkil edilerek, kız evine “isteyici” gönderilir. Kız babası da bu işe karşı çıkar. Kızlarına düşüncesi sorulduğunda “ ben bilmem, babam ne derse o olur” şeklinde yuvarlak bir cevap alırlar. İsteyicileri hemen reddetmeyen kızlarının, bu sevdada payı olduğu düşünülür ve birkaç defa daha isteyici geldikten sonra kızlarını verirler. Mevsim yaz, her iki aile de yaylalardaki obalarında göçülüdür. Bu şartlarda düğün yapılamayacağı hususunda anlaşırlar. Düğün, sonbaharda taraflar köylerine döndükten sonra, oğlan evi birkaç kişi ile Gülnar’dan gelin almak için tekrar kızın köyüne gelecekler ve düğün sonrası gelini yanlarına alarak geri döneceklerdir. Düğün hazırlıklarına, dokuma ve örme, işleme ve ziynet eşyaların tedarikine hemen başlanmıştır. Son bahar gelmiş, otlar sararmış, geceleri araziye “ çiy - kırağı “ düşmeye başlamıştır. Bunun anlamı, obanın köye dönüş yolculuğuna başlama zamanının geldiğidir. Mahmut Ağa, obasını toparlayıp dönüş yoluna düşmüş, çobanlarını bir ay daha yaylalarda kalmaları için yeterli azıklarıyla birlikte Yüksek Eğrik tepesinde bırakmıştır. Köyüne vardıktan hemen sonra geri dönecek olması, sinirlerini yıpratmakta, bunların nedeni olarak, lüzumsuz bir sevdaya kapılan oğlunu suçlamaktadır. Göç katarı yorucu bir yolculuktan sonra Gülnar’a döner. Kısa bir hazırlık sonrası, aileden birkaç kişi düğün yapmak ve gelin almak için geri dönerler. Bu duruma, halk dilinde “ dizlerinin üstüne geri dönmek” denir. Oğlan evi kafilesi, kız evinin bulunduğu dağ köyüne ulaşmış ve düğün hemen başlamıştır. Oğlanın ve kızın çeyizleri sergilenir (asbap kesilmesi ), Ağanın şanına yakışır takılar takılır, keçi ve koyunlar kurban edilir, ahaliye yemekler verilir. Gelin kızın ayakkabısı, babası tarafından giydirilir ve kuşağı bağlanır. Kızın annesi ve kardeşleri başta olmak üzere, tüm köy halkı gözyaşları ile kızlarını yolcu ederler. Kolay değil, obalarının ve köylerinin biricik kızları, kara gözlü kuzuları “ aşı memlekete” yani, çok uzak diyarlara gidiyordu. O’nu, yılda bir kez, ancak, yaz mevsiminde yayladaki yeni obasında görebileceklerdi. Havaların iyice sertleşmeye başlaması ve her an kar yağışının başlayabileceği endişesi ile bir ikindi üstü gelin alma kafilesi dönüş yoluna koyulur. Yüksek dağlar, kara tutulmadan aşılması gerektiği, gecenin yolda bir yerde geçirileceği konuşulur. Kafile, çeyizler yüklü hayvanlar ve yaya kişilerle hızlı bir yürüyüşle ormanları, dereleri geçer, Popas yaylasından Karakovanlık boğazına doğru aşarlar. Şimdiki, Gelin Mezarı denilen yere gelindiğinde, hava iyice kararmış, kulakları sağır eden gök gürlemeleri ve gözleri kör eden şimşekler altında, bir de sulu sepkene (yağmu-kar ve dolu karışımı yağış) tutulduklarından, yola devam etmeleri zorlaşmıştır. Kısa süreli bir molaya karar verilir. Hayvanların yükü indirilir (yıkılır) ve ağaç altlarına çekilir, çeyizler yağmura karşı korumaya alınır, insanlar kendilerine kuytu bir ağaç altı veya taş altı bulmaya çalışırlar. Bu telaş ve yorgunluk arasında, yapılan bunca masraf ve çekilen eziyetlerden oldukça sinirlenmiş olan Mahmut Ağa, oğluna hakaretlere başlayarak “ pis bir inadın yüzünden ne hallere düştük, sana yazıklar olsun “ şeklinde söylenmeye başlar. Anne ve babasından, yakınlarından, sevenlerinden ve yurdundan, köyünden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin üzüntüyü yaşamakta olan taze gelin bu sözler karşısında sessiz kalamaz. Bu hakaretlerin bir hedefi de kendisidir. Taze kocası ve kayın babasının ( o zamanlar “emmi” veya “kaynata” denirdi ) yanına yaklaşır ve kaynatasına bakarak “ bu düğünü bizden çok siz istediniz, evimizden öte gitmeyen sizdiniz “ deyiverir. Bir istekte çok ısrarcı olup, isteğini elde edenler için “ öte gitmediler “ yani, vazgeçmeyip ısrar ettiler, anlatımı kullanılırdı. Bu hikayenin yaşandığı devirlerde, kadınların, bilhassa, gelinlerin kaynataları ve babaları yanında konuşmaları, onlarla beraber sofraya oturmaları, kocaları ile konuşmaları mümkün olmayan şeylerdi. Hal böyle olunca, bu kişilere karşı cevap vermeleri, tartışma yapmaları (böyle durumlara “ yanşılama” denirdi) hiç yaşanmamış, alışık olunmayan durumlardı. Taze gelin, nasıl olduysa, öfkeli kaynatasına karşı “ yanşılamada “ bulunmuş ve onların kusurlu olduğunu belirten sözünü söylemişti. Beklemediği bir söz duyan Zincirci Mahmut Ağa, bir an duraklar, şaşkınlık içine düşer, kanı beynine sıçramış, öfkesi kontrol edilemez bir hal almıştır. Gelinine doğru döner ve “ senin dilin var da konuşurmusun? “ diyerek elinde tuttuğu, hayvanların yüklerinden çözülen uzun kendir ip (örken denir) yumağını gelinin sırtına doğru olanca gücü ile vurur. Sert ve uzun kendir ip yumağı, gelinin sırtı ve omzuna adeta balyoz gibi değer. İpin düğüm yapılmış bir ucu, yumak ortasından dışarı doğru uzanmış olduğundan, omuza çarpma sırasında gelinin yüzüne uzanır ve tam gözüne çarpar. Gonca gelin Zeynep “ anam yandım “ demesi ile birlikte yere düşmüştür. Yüzünü kaplayan elleri arasından kanlar boşalmakta, feryatlar figana dönüşmektedir. Gelinin ellerini araladıklarında, o gözünün çarpma anında parçalandığını ve eller arasına aktığını fark ederler. Herkes çaresiz ve panik halindedir. Bir taraftan yaranın sarılmasına çalışılmakta, bir taraftan Mahmut Ağa suçlanmaktadır. patlayan sağ gözü ellerinin arasındaki kanlarla birlikte avuçlarına akmış, kafile bir panik havasında feryadı figan etmekte, Mahmut Ağa ise sinirden kendisini kaybetmiş halde, çevredeki çalı ve taşları tekmelemekteydi. Doğal olarak, düğün ekibinde kız evinden kimse yoktu. Orada bulunan insanlar, gelinin başına toplanmış, bir yandan ağıtlar yakarken, diğer yandan, akan kanı durdurmak ve yarayı tedavi edici işlemler yapmak derdine düşmüşlerdi. Yaralanmalarda alınabilecek en uygun ve bilinen tedbir, bir bez (çapıt) parçasının ateşte yakılması sonunda elde edilecek olan küllerin yara üzerine bastırılıp üzerinin sarılması olduğundan, bazı kişiler de ateş yakmak derdine düşmüşlerdi. Mahmur Ağa, kısa süren şaşkınlık ve öfkesinin ardından “ bundan sonra ne yapmalıyım ? “ sorusunun cevabını aramaya başladı. Bu halde, dağların aşılması ve Gülnar köylerine ulaşılması çok zordu. Ayrıca, bir gözü kör olmuş olan bu gelinin çevrelerinde kabul göreceğinden de endişeliydi. Zaten, kendisi bu evliliğe başından beri karşıydı. Bu durumu değerlendirerek yol yakınken gelinden kurtulmaları gerektiğine karar verdi. Ekipte bulunan hatırlı birini yanına çağırarak, düşündüklerini anlattı ve sonuç olarak “ bir kaç kişi ile gelin geriye (köyüne) götürülecek, ailesine teslim edilerek gelinecek ve kafile ondan sonra birlikte dönüş yoluna devam edecek “ şeklindeki kararını bildirdi. Bu sözleri duyan ve talimatı alan kişi şaşkınlık içinde geri döndüğünde, gelin Zeynep dahil herkes durumu anlamaya başlamıştı. Zeynep gelin kendisini biraz toparladıktan sonra, ailesine geri götürülmesi fikrine kesinlikle karşı olduğundan, bir günlük kocasına hitaben “ beni köyüme geri götürmeyin, annem ve babamın zaten bellerinin ipliği kopmuş durumda, onları hepten mezara sokmayın “ diyerek yalvarmaya başladı. Kendisinin ölmesi veya yaşamasının artık önemli olmadığını, öldürülüp bir kaya boşluğuna (gandak) atmaları, Gülnar’a götürüp başka bir diyarlara vermeleri, bahar gelince de ailesin “hastalanıp aniden öldü” denilerek bir mezar gösterilmesini sözlerine ekledi. Bu sözlere insafsız baba Halil Ağa için bir şey ifade etmemişti. Geri dönüş hazırlıklarına sessizce devam edildi. Bu sırada, yaşamakta olduğu acı ve üzüntüler canına “ tak “ demiş olan gelin, “ Halil Ağa, İnşaallah daşlar ve bıçaklar önüne gelirsin, eller içinden uzak olursun, dermansız dertlere düşersin, can veremez Allah’a yalvarırsın “ diyerek, aklına gelen tüm bedduaları (ilençler) sıralıyordu. Geri dönüş hazırlıklarını tamamlayanlar, gelinin gözden kaybolduğunu fark ederler. Bir ihtiyaç için uzaklaştığını sanıp beklemeye başlanırsa da, gelin geri gelmez. Etrafı dolaşırken, ilerdeki bir ladin ağacının dalında, boğazına geçmiş kendir ipinin ucunda sallanmakta olan gelini görürler. Bedeni cansızdır artık.. Kadersiz gelin, ailesinin kendisini o halde görerek ikinci bir üzüntü ve acı ortamına sürüklenmesini önlemek için kendi canına kıymıştır. Düğün alayı ve Ağa için işler kolaylaşmış olur. Kadersiz gelin Zeynep, konaklama yerinin hemen altındaki bu kırmızı topraklı düzlüğe gömüldükten sonra, Gülnar dönüş yolculuğu gelinsiz olarak tekrar başlar. Bahar gelmiş ve göç katarları, Kırkkuyu yaylalarındaki yurt yerlerine (obalar) ulaşmak için yola çıkmışlardır. Halil Ağa, obası mensupları ve oymağına sıkı sıkıya tembihde bulunarak, “ olanların gizlenmesini, gelinin kış mevsiminde, aniden hastalanıp öldüğü ve mezarının Gülnar köyünde olduğu “ şeklinde yapacakları açıklamaların desteklenmesini ister. O zamanlar şimdiki gibi telefon, mektup veya internet olanakları yoktu. Yaz sonunda vedalaşarak ayrı yönlere, yani kışlık köylerine geri göçen obalarla ilgili haberler, ilk baharla birlikte, tekrar yaylalarda buluşulduğunda öğrenilirdi. Halil Ağa ve obası baharla birlikte tekrar Yünsek Eğrik dağı yamaçlarına ve Kırkkuyu yaylasına ulaştı. Gelinin ailesine, kararlaştırıldığı gibi, kızlarının kışın öldüğü ve mezarının köyde olduğu söylendi. Hasretini çektikleri biricik kızlarını oymak içinde göremeyen aile, bu haberle birlikte daha büyük bir üzüntüye maruz kaldı. Durumda bir gariplik sezilmekteydi. Hiçbir şey gizli kalmaz kuralı yine işledi ve Zeynep gelinin, köyünden ayrıldığı ilk günün akşamı, dönüş yolunda yaralandığı ve kendini ağaca asarak intihar ettiği etrafa yayılmaya başladı. Durum tam olarak öğrenilince, tarif üzerine mezar yerini bulan gözü yaşlı anne ve baba günün imkanlarıyla basit bir mezar yaptırdı. Mezarın başında ağıtlar yaktı, gözyaşı düktü ve “ kaderimiz böyleymiş “ diyerek hayata tutunmaya çalıştı. Zalim Ağa Halil, bu olayı çabuk unutarak oğlunu obasından bir kızla evlendirdi. Yaşantısına “ bana karadan ölüm olmaz “ diyen nice zalimlere nispet yapar gibi daha havalı bir şekilde devam etti. Bir gün geldi, obada herkesin horladığı, kimsesiz olduğu için itilip kakılan ve “ pasaklı Dudu “ adıyla bilinen bir kadın, kendisini aşağılayan ve küfürler eden Halil Ağa’ya doğru, elindeki bir taşı fırlatıverdi. Taş, Ağa’nın çene kemiğine isabet ederek yaralanmasına neden olmuştu. Acı ve kanlar içinde kalan Ağa ve adamları zavallı kadını oracıkta linç ettiler. Ağa’nın yaraları sarıldı, merhemler sürüldü ve geçmiş olsun dilekleri sıralandı. Yara zamanla kapanır, beklide izi bile kalmazdı. Fakat, bilinmeyen şey, çene kemiğinde ezilme olduğu ve içten içe kemik ve çevresinin kararmaya, iltihaplanmaya başlamış olmasıydı. Halil Ağanın çenesinde gelişen bozulma ve iltihaplı durum kısa zamanda tüm yüzünü kapladı. Yüzüne bakanların bakışlarını çevirdiği, gören çocukların ağlamaya başladığını gören Ağa, yüzünü bir poşu ile sarmaya başladı. Aile ortamında bile tabak ve kaşığını ayırdı. Bir yere gittiğinde, ayran veya şerbet ikram edildiğinde kullanmak için bardağını (tas denirdi) yanında taşımaya başladı. Durum gittikçe kötüleşiyordu. Geçmiş zalimliklerini ve Zeynep gelinin ilençlerini hatırlayanlar “ ettiklerini çekiyor “ diyerek, halk dilinde söylenen “ eden bulur “ deyişinin bir kere daha gerçekleştiğini düşünüyorlardı. İnsanlar içine (eller) çıkamaz hale gelen Zincirci Halil Ağa, köyü ve obası içinde yaşayamayacağına karar vererek, yanına tasını, tabak-kaşık, çamaşır ve para (altınlar) kesesini alarak bir gece sessizce bölgesini terk eder. Araştırmalara ve soruşturmalara rağmen izine rastlanamaz, yüzünü gören ve sesini duyan olmaz. Çok uzaklara gittiğini, hatta, tövbe etmek ve günahlarından arınmak için yürüyerek Hac yoluna düştüğünü, bu yollarda ölmüş olabileceğini düşünenler bile olur. İşte, hikayemize konu olan ve yıllardır gelip geçen definecilerin kazıp durduğu yer, zalim Halil Ağa’nın gelini, anasının nazlı ve kadersiz kuzusu Zeynep gelinin yattığı bu yerdir. Adı, Gelin Mezarı olarak konan bu küçük düzlük, asırlardır gelip geçen sevenlerin kalbini sızlatırken, bazı aklı evvel olanların “ gelin mücevherleriyle birlikte gömülmüş “ şeklindeki uydurma sözleri üzerinde de mezar kazıcıların hedefi olmuştur. Bu evliliğe başından itibaren karşı olan, düğün sırasında ve sonrasında bile, çekilen zahmetler ile harcamalar için oğluna hakaretler etmeye devam eden Halil Ağa’nın, geline istemeyerek taktığı altınları, gelinle birlikte mezara koyması ise asla olmayacak bir olaydır. Coğrafyamızın tarihi ve kültürüne sahip çıkılması, gelecek kuşaklara aktarılması çalışmalarına devam edilmesi ve kadersiz gelinin mezarında rahat uyumasına müsaade edilmesi dileğimizle….. (Gelecek hafta başka bir hikayede buluşmak üzere….) NOT : Bu hazin hikayeyi derlediğimde, olaydan o kadar etkilendim ki, ayrıntılarını yazı olarak yazamadan önce “ Gelin Mezarı “ isimli şiirimi yazarak yoğun duyguları bu şiirle ifade etmiş oldum…. Bu şiirden son kıtayı tekrarlayalım…. Duydum, bu öyküyü, yazmak istedim, Aşkın bir resmini çizmek istedim. Kazılmasın diye, Gelin Mezarı, Mücevher sırrını, çözmek istedim Yazan : Av. Naci SÖZEN Ekim 2007 / ANKARA
Bu haber 1415 defa okunmuştur.
|
SON YORUMLANANLAR
HABER ARA |
||||||||
© 1999 - 2023 haber sitemize girilen ve yüklenen yazı, bilgi belge, içerik ve fotoğrafları Kazancı haber her türlü basım yayın kitap broşür vb işlerde kullanabilir sahipleri bu konuda muvakatname vermiş sayılır. ayrıca sitede yayınlanan her türlü veri kazancı haberden izin almadan kullanılamaz. Haber, Köşe Yazıları ve yorumların sorumluluğu sahiplerine ait olup, sitemiz bu konuda herhangi bir sorumluluk kabul etmez. Altyapı: MyDesign Haber Sistemi |